Cumhuriyet kelimesi Arapça halk, ahali, büyük kalabalık anlamına olan “cumhur” kelimesinden gelmektedir. Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde cumhuriyet; ulusun egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığı ile kullandığı devlet şeklinde tanımlanmaktadır.
Yani cumhuriyet kavramı halk egemenliği ile içice geçmiştir. Ancak, bunun tam anlamıyla gerçekleşmesi zaman almıştır. Daha Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nın başında gerek kongre kararlarında gerekse çıkarılan gazete adlarında yer alan Hakimiyet-i Milliye,İrade-i Milliye v.b. kavramlar gidişatın nereye olduğu yönünde mesajları beraberinde getirmekteydi.Nitekim, Büyük Millet Meclisi’nin açılmasını takiben “Hakimiyet Milletindir” şeklinde meclisin duvarında anıtlaşmış ve “bila kayd-ü şart” eklenmesiyle pekiştirilerek tartışılmaz konumuna getirilmiştir.10 Ocak 1921 Anayasasının 1. Maddesi içinde yer almış ve günümüze kadar gelen anayasalar içindeki bu yerini korumuştur.
Atatürk çeşitli konuşmalarında Cumhuriyet kavramının değerlendirmesini yapmıştır. Ancak.O’nun kaleminden çıkan ve 1931 yılında Orta Öğretimde ders kitabı olarak okutulması kararlaştırılan Medeni Bilgiler kitabı tam bir demokrasi el kitabıdır.Ve O,uygar bir toplumun bireylerinin bilmesi gereken evrensel değerlerin hepsinin tanımını bu kitapta yapmış, hem Dünya Tarihi ve hem de tarihimizde Cumhuriyetin gelişimini irdeleyerek ulaştığı sonuçları bir arya getirmiştir.Şöyle ki :
“Cumhuriyet son asırlarda büyük uygar milletlerin hesapsız acı ve kandan sonra vardıkları en sağlam devlet şeklidir.”
Cumhuriyetin çatısı 29 Ekim 1923 tarihinde çatılmıştır. Ancak , çatıyı ayakta tutacak ve rejimimizin belirleyicileri olan iki temel sütuna gereksinim vardı.bunlar Demokrasi ve Laiklik sütunlarıdır.Daha sonraki anayasa değişikliklerinde cumhuriyetimizin belirleyicisi olan bir üçüncüsü de eklenmiştir.Bu da”sosyal bir hukuk devleti” sütunu olacaktır. İlk iki temel sütunun gerçekleşmesi uzun süre almıştır. Çünkü 600 yıllık gelenekselleşmiş bir yapının içinden çıkıp gelen bir topluma bu yeni kavramların benimsetilmesi toplumsal eğitim sorunuydu , denemeler yapılmış ancak başarılı olunamamış, cumhuriyet öncesi kurumların özlemini çeken kesimlerin tepkisi karşısında gerçekleşmesi ileri tarihe ertelenmiştir. Hele laiklik CHF’ nın ilk kongrelerinde belirlenen ilkeler arasında yer almasına karşın, topluma mal edilmesi için 5 Şubat 1937 yılına kadar beklenilmek zorunda kalınmıştır . Ancak bu tarihte anayasada yapılan değişikle 2. Maddesinde diğer ilkelerle birlikte anayasal zırhın içine konulmuş ve o tarihten itibaren kurulan devletin üzerinde yükseldiği belirleyici kavramlar olarak topluma mal olmuştur.
Bir toplumda tüm bireylerin aynı düşüncede olmaları kuşkusuz beklenemez Bu farklı düşünceler değişik guruplarca meclise taşınır ve temsil edilir. Bu guruplara siyasi partiler denir. Böylece siyasi partiler eliyle ulusun tümünün farklı düşünceleri Mecliste temsil edilirken bir bağlamda ulus egemenliği tam anlamıyla ortaya çıkmaktadır.
Sonuç: Siyasi partiler demokrasilerin vazgeçilemez unsurlarıdır. Ancak, bunun tersi yaklaşımında doğru olduğunu, yani demokrasilerin de, siyasi partiler için vazgeçilemez olduğunu vurgulamak zorundayız. Bunun yanıtı basittir; çünkü , siyasi partiler de varlıklarını demokrasiye borçludurlar.
1 Kasım 1930 tarihindeki meclis konuşmasında bu konuda ne kadar dikkatli olunması gerektiğini vurgulamıştır.
“Siyasi hayatımızda yeniden fırkaların (partilerin) oluşması, belediye seçimlerinden önceki yakın günlerde vuku buldu. Bu münasebetle dikkate değer evrelere tanık olduk. Bu gözlemlerin verdiği deneylerden, Türk milleti, cumhuriyetin varlığı ve ilerlemesi için yararlanmalıdır. Siyaset alanında karşılıklı faaliyetin verimli gelişmeleri, ancak vatandaşlar arasında düşmanlığa yer verilmemesi ile sağlanabilir. Bunun çareleri: partilerin içine girebilecek samimiyetsiz ve gizli amaçlı unsurların; kanun üstünde sonuç isteyenlerin bütün milletçe iğrenç görülmesi ve bir de, cumhuriyet esası üzerinde çalışan partilerce bu gibilerin faaliyetlerinden her zaman uzak kalınmasıdır.”
Atatürk bizzat kaleme aldığı Medeni Bilgiler kitabında, yönetsel modellerin tarihsel derinlik içindeki gelişimi ve insan varlığına en saygılı yönetim modeli olan demokrasiye ulaşımını irdeleyerek adeta mercek altına alarak değerlendirmektedir. O’na göre ;“İdare şeklimiz kayıtsız şartsız hakimiyetine sahip olan halkın, kaderini bizzat ve eylemli olarak idare etmesi esasına dayanır. Türkiye Devleti bir halk devletidir. Halkın devletidir…İdare ve egemenlik millet’in tümüne aittir ve ait olmalıdır!. Demokrasi prensibi ulusal egemenlik şekline dönüşmüştür!.. Demokrasi esasına dayanan hükümetlerde egemenlik halka, halkın çoğunluğuna aittir… Demokrasi düşüncesi daima yükselen bir denizi andırmaktadır. Demokrasi düşüncesi karşı gelinemez bir kuvvet ve cereyan halini almıştır.”
Ancak, demokratik cumhuriyetlerde yani ulus egemenliğinin olduğu ortamlarda her türlü özgürlüklerin olmasının bilincinde olan Atatürk için bu kavram yaşamsal öneme sahiptir. O’na göre : “Her kişi istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine has politik bir düşünceye sahip olmak, seçtiği bir dinin gereklerini yapmak veya yapmamak hak ve özgürlüğüne sahiptir. Kimsenin düşüncesine ve vicdanına hakim olunamaz.”
Atatürk’e göre, bireysel özgürlüklerin kullanımı, toplumun barış ve huzuruna, devlete karşı olduğu zaman yasalarca sınırlandırılabilir:
“Kişisel özgürlüğün ne kadarından vazgeçilmesi gerektiği, içinde bulunulan zamana ve memlekete göre değişir. Özel zamanlar, özel tedbirler gerektirebilir. Bir de, özgürlüğün kötüye kullanılması, özgürlüğün geçici fakat geniş ölçüde sınırlandırılmasını gerektirebilir. Bütün bu tedbirleri ve sınırlandırmaları tanımak lüzumu, devlet düşüncesi ve kavramını ifade eder. Bu hususlarda tedbirlerin şiddetini ve sınırların genişliğini ölçmek büyük bir sanattır. Devlet sanatı işte budur. Bu sanatta isabetin derecesi özgürlüklerin sınırlarını çizen kanunda görülebilir. Çünkü, bu sınır ancak kanun yoluyla tespit ve tayin edilir. Herhalde, vatandaşların genel özgürlük ve mutluluğu için kişilerden, ancak devlet için zorunlu olan bir kısım özgürlüklerin bırakılması istenebilir.”
Devletlerin korunma mekanizmaları diyebileceğimiz bu gibi maddeler her devletin anayasasında yer almaktadır. Böylece devlet özgürlüklerin hangi koşullarda sınırlanacağını veya askıya alınacağını bir hukuksal hak olarak anayasadan almaktadır.
Demokrasilerde hukukun üstünlüğü ilkesi geçerlidir. Siyasi erk, ister iktidar olsun isterse devlet gücünü elinde tutsun, bütün eylemleri hukukla sınırlanmıştır. Yasalar önünde herkes sorumludur. Atatürk’ün bu konularda yaklaşımı şöyledir:
“Çağdaş demokrasilerde, iktidarı elinde bulunduranların devlet gücüne dayanarak haksızlık yapmalarını önleyebilmek için, yargı yetkisi, ulus adına yasalar çerçevesinde bağımsız mahkemeler tarafından kullanılır. Yargıç, güvence altında olup, yalnız hukuka ve yasalara bağlıdır. Ve vicdanının emriyle hareket eder.”
O’nun, bu konulardaki değerlendirmelerinin sadece bir kaçından aldığımız alıntılar bir bütün içinde değerlendirilirse Cumhuriyet-Demokrasi-Özgürlük- Hukuk birbirlerini tamamlayan kavramlardır ve birisi olmadan diğerinin düşünülmesi olanaksızdır. Bütün bu evrensel değerlerin güdümleyicisi ise laikliktir. Eğer bir toplumda laiklik yok ise o toplumda demokratik hak ve özgürlüklerden söz etmek aldatmacadan öte anlam taşımaz. Çünkü doğal ve yaşamsal hak ve özgürlükler ancak laik toplumlarda yeşerir, güçlenir , yükselir ve kuvvetlenir.Günümüzde çevrede hatta tarihimizde cumhuriyet öncesine bakıldığında bunu doğrulamak olanaklıdır.
Cumhuriyetin bütün nitelikleri ile çok uzun ve zorlu dönemlerden geçerek kurulduğu tarihsel bir gerçektir. İşte, Atatürk bu noktada kurduğu ve en büyük eserim dediği Cumhuriyete sahip çıkma kararlılığını ortaya koymaktadır:
“ Bütün dünya bilsin ki, benim için bir taraflılık vardır; Cumhuriyet taraftarlığı, düşün ve toplumsal devrim taraftarlığı. Bu noktada, yeni Türkiye topluluğunda bir ferdi, hariç düşünmek istemiyorum”.
Burada O’nun koyduğu tavır tartışılamayacak kadar açıktır. Cumhuriyetin belirleyici kavramları olan laiklik ve demokrasiyi; düşün devrimi ile eğitim ve felsefede akıl ve bilimi ; Toplumsal devrim ile toplumsal yapı ve görünümde cinsler ayırımına son vererek insanı doğal ve yaşamsal hak ve özgürlüklerine kavuşturup evrensel değerlerle donatmayı ve çağdaş görünüme sokmayı amaçlayan Atatürk, bu devrimlerin özüne dokunulursa taraf olduğunu açıkça söylemektedir.
Özet olarak laiklik, dini ve dünyevî kurumların birbirinden ayrılmasını, din işlerinin kişisel, özel sayılarak kişinin vicdanına terk edilmesini ve devletin dinler karşısında tarafsız kalarak din özgürlüğünü sağlaması olarak anlaşılır.
Atatürk dini siyasete alet edenlere her zaman karşı olmuş, bu tür kişilerden Türk Milletinin büyük zarar gördüğünü dile getirmiştir:
Sonuç:
Bu temel kavramlar cumhuriyetimizin kuruluşu ile birlikte günümüze uzanan süreçte hatta günümüzde kimi çevrelerin hedefi olmaya devam etmektedir. Cumhuriyetimizin çatısını taşıyan bu sütunların erozyona uğratılmaması yaşamsaldır. Kararlı ve ödünsüz bir şekilde sahip çıkılmalıdır. Aksi takdirde hepimiz göçüğün altında kalırız.